
🔴Necati Karakuş | Serbest Kürsü
Siyaset yapmanın koşullarından biri karşıtını tarif etmektir. Nasıl sıradan bir sohbette tezinizi sunarken bir başka tezin anti tezini sunmuş oluyorsanız; siyasette de politik üretiminizi başka bir siyasetin politikalarının eleştirisiyle var edersiniz. Bu yüzden her siyasi kurumun düşman tarif etmesi siyasetin doğası gereğidir. Ve burada hangi siyasi fikri temsil ettiğiniz fark etmez. Örneğin AKP’nin bütün muhalefeti Fetöcü, PKK’li veya gayri milli ilan etmesi, Zafer Partisi’nin Suriyelilere ve Afganlara bakış açısını örnek verebiliriz. Ya da daha genel örnekler vermek gerekirse, muhafazakarların karşıtlarını din düşmanı olarak tanımlamasını, milliyetçilerin karşıtlarını gayri milli ilan etmesini, sosyalistlerin karşıtlarını emekçi düşmanı olarak göstermesini gösterebiliriz. Yani sağdan sola bütün siyasetler bu kurala göre hareket etmektedir. Hatta kendini ideolojisiz olarak tanımlayan hümanistler bile kimlikleri ötekileştirenleri karşısında görmektedir. Bu sebeple bir ideolojiye sahip olmadığı ya da tarafsız olduğu iddiası irrasyoneldir.
Bugün AKP’ye muhalif olanların siyasi eğilimi her ne olursa olsun benzer tanımlamalar yapmaktadır. Kimi saray rejimi, kimi tek adam rejimi, kimi mafyokrasi, kimi AKP faşizmi, kimi de lale devri olarak tanımlamakta. Benzer tanımlamalar yapmak, normalde yan yana gelemeyecek insanları, partileri bir araya getirebiliyor ve çoğu zaman bu birlikteliğin içindeki öznelerin takiye yapmalarıyla sonuçlanıyor. Düzen siyasetiyle veya düzen siyasetinin çürütmesiyle anlatmak istediğimiz tamda bu. Bu çürümenin parçası olmamak için yapılacak yegane şey düşmanı doğru tanımlamaktan geçiyor. Yani memleketin en temel sorununu ve bu sorunun asıl sorumlularını bulmak gerekiyor.
Muhalefetin yukarıda yer alan tanımlamaları sorunun kaynağında AKP’yi ya da Erdoğan’ı görmekte. Oysa AKP ile derinleşen memleketin sorunları ne AKP ile ne de Erdoğan ile başladı. Peki en temel sorunumuz ne? Gelir dağılımındaki adaletsizlikten kaynaklı olarak eşitsizlik ve neticesinde artan yoksulluğu en başa yazabiliriz. Bundan dolayı iktidarından muhalefetine ekonomik vaatlerde bulunmayan kimse yok. Herkes yoksulluktan bahsetmekte ama komünistler dışında kimse yoksulluğun kaynağında bulunan pastadan alınan paylardaki adaletsizlikten bahsetmemekte. Yani yoksulluktan bahsetmek belki iktidar ile muhalefet arasındaki farkı göstermekte ama muhalifler arasındaki farkı belirginsizleştirmektedir. Tam da burada muhalefeti aynı çatı altında toplayan yanılgı, siyasette ilkesizliği de çürümeyi de beraberinde getiriyor.
Bu yanılgıyı biraz daha açalım. Bugün yerli ve yabancı sermayeyle ve tarikatlar eliyle artan adaletsizlik en önemli sorununu tarif ederken, asıl düşmanı da hedef olarak göstermekte. Ne demiştik ama, mevcut en temel sorunumuz 2001 seçimleriyle başlamadı. Yerli sermaye yaratma çabası 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden beri, tarikatların kurumsallaşma çabası 1950 Komünizmle Mücadele Derneklerinin kuruluşundan beri, emperyalizme entegrasyon 1952 NATO üyeliğinden beri devam ediyor. Evet, AKP bu süreçleri hızlandıran bir rol oynamış ve daha cesur adımlar atmıştır. Bu sebeple AKP’nin etkisini yadsımamalı, cumhuriyet tarihimizdeki diğer iktidar öznelerinden ayrışan daha özel bir misyonu olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak burada bu tespiti yaparken önceki özneleri iktidara getirenlerle AKP’yi iktidara taşıyanların aynı aktörler olduğu unutulmamalıdır. Aksi takdirde yanılgının parçası oluruz veya kurtuluş olarak gördüğümüz seçenekler kolonya ferahlığından öteye geçemez.
Öyleyse gerçek bir çözüm için tek başına AKP veya Erdoğan ile mücadele etmek yerine, onları iktidara taşıyanlarla mücadele etmek gerekir.
Bizler yüksek enflasyon altında her geçen gün yoksullaşırken; AKP döneminde dolar bazında 20 kat büyüyen Koç ailesi’ni, mevcut kriz döneminde %100 ile %300 arasında büyümeye devam eden özel banka sahiplerini karşına almadan AKP ile mücadele mümkün mü? ABD ve AB desteği ile iktidara gelen AKP’yi, mecliste dahi olsa NATO’ya hayır diyemeden AKP ile hesaplaşılabilir mi? Yerelde en büyük toplumsal örgütlenmesini yasal dayanağı olmayan tarikatlar eliyle yapan AKP’den, “aman muhafazakâr seçmeni ürkütmeyelim” politikası uygulayarak mücadele edilebilir mi?
Tarikatları dağıtmayı, emperyalizmle ilişkileri sonlandırmayı, ülkenin taşını toprağını sömüren sermaye sınıfıyla hesaplaşmayı siyasi programına dahil etmeyen her politika hayal kırıklığı yaşatmaya mahkûmdur. Yoksa Menderes gider Süleyman gelir, Evren gider Özal gelir, Özal gider Erdoğan gelir. Muhalif görünümlü alternatifler içinde geçerli bu durum. Baykal gider Kılıçdaroğlu gelir, Ekmeleddin gider Muharrem gelir. AKP artığı Davutoğlu, Babacan’dan; MHP artığı Akşener ve Özdağ’dan kurtarıcı olması beklenir. Ve kaçınılmaz son olarak her seçim sonrası “bu memleketten bir şey olmaz” denilerek yas tutulur.
Yas tutmak istemiyorsak, yalancı umutların peşinden gitmek istemiyorsak önce sorumluyu doğru tarif etmek gerekir. Artık aktörleri değil senaryoyu değiştirmek gerekir. Başrol oyuncusu da yardımcı oyuncular da bu suçun sorumlusu ama ajanslar bu göreve talip oyuncularla dolu. Bu oyuncular sermayenin yönettiği, emperyalizmin sponsor olduğu ve tarikatlar eliyle yazılan senaryoyu oynuyor. Seyircinin oyunculara biriken öfkesi perde arkasındaki sorumluları görünmez kılıyor.
Kısaca yaşadığımız filmin başrol oyuncusu olan AKP’den rahatsızsak, bu filmde ‘iyi niyetli’ de olsak yardımcı oyuncu olmayı reddetmeliyiz. Sponsorluğunu yapan emperyalizmle, yönetmenliğini yapan sermaye sınıfıyla ve senaryosunu yazan tarikatlarla kavga etmeliyiz. Emeğiyle geçinen bizler kendi kaderimizi elimize almak için yönetmen koltuğuna biz işçileri oturtmalı, sponsoru yalnızca bizim ürettiğimiz değer olmalı. Ancak o zaman eşit, özgür ve adil bir senaryoyu yazabiliriz. İşte biz mevcut senaryoyu değiştirmeye devrim; emekçilerin yazdığı senaryoya sosyalizm diyoruz. Öyleyse yazının başlığını son kez tekrar edelim: “Aktörleri değil, senaryoyu değiştireceğiz.”