
Kırsaldaki çiftçi ve üreticileri sürece dahil etmeden hazırlandığı gerekçesiyle eleştirilen taslakta yer alan karbon salım hedefleri, yeni tarım düzenlemeleri ve su kısıtlaması yerel üretici için belirsizlik ve ek yük anlamına geliyor.
Çukurova Haber Merkezi- Melek Eliş
Demokrasi için Medya/Medya için Demokrasi’den Melek Eliş‘in haberine göre; Türkiye’nin ilk İklim Kanunu taslağı, 2053 yılına kadar net sıfır emisyon hedefiyle iklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir adım olarak sunuluyor. Ancak, özellikle kırsal bölgelerde yaşayan çiftçiler, küçük üreticiler ve orman köylüleri, taslağın getireceği düzenlemelerden endişeli. Uzmanlar, karbon salım hedefleri, su kullanımı kısıtlamaları ve sürdürülebilir tarım politikaları gibi maddelerin yerel üreticilerin yaşam koşullarını ve üretim biçimlerini doğrudan etkileyeceğini vurguladılar.
Çiftçi-Sen Başkanı Erdem: Taslak, şirketleri koruyor, çiftçiyi değil

Çiftçi-Sen Başkanı Ali Bülent Erdem
TBMM komisyonundan tekrar görüşülmek üzere geri çekilen İklim Kanunu taslağının benzer bir şekilde yeniden gündeme geleceğini düşünen Çiftçi-Sen Başkanı Ali Bülent Erdem, taslaktan en çok çiftçilerin etkileneceğini ancak sürece bugüne kadar olduğu gibi yine çiftçilerin dahil edilmediğini belirtip “İklim değişikliğinden etkilenen kesimlerin sürece katılımı sağlanmıyor; karar alma mekanizmalarına dahil olamıyorlar. Demokratik olmayan bir şekilde hazırlanan taslaklar, şirketlerin çıkarlarını koruyan nitelikte oluyor. Bu süreç de katılımcılıktan uzak” dedi.
Çiftçi Sen Başkanı Erdem, karbon çiftçiliği hakkında da açıklamalarda bulundu. Karbonun toprağa bağlanması amacıyla, örtü bitkilerinin kullanılması, toprağın daha az işlenmesi ve bozulmuş orman alanlarının satın alınıp buralarda orman plantasyonları oluşturulması gibi bazı tarımsal uygulamalar yapılması gerektiğini anlatan Erdem, şunları söyledi:
“Ancak karbon çiftçiliği, tarla ziyaretleri ve yıllık toprak analizleri gerektiren, oldukça pahalı bir süreçtir. Bu sebeple, küçük çiftçilerin bu uygulamaları hayata geçirmeleri pek mümkün değildir. Türkiye’deki tarım politikaları, küçük çiftçilerin topraklarında kalmasını zorlaştırırken, devlet desteklerinin yetersizliği ve ürün fiyatlarının çoğu zaman maliyetlerin altında belirlenmesi, karbon çiftçiliğini küçük çiftçiler için uygulanabilir kılmıyor.
Bu arada, karbon çiftçiliği ile küresel ısınmayı durdurma da mümkün değil. Tarımsal üretimin küresel ısınmadaki rolünün büyük olmasının nedeni, çiftçilere dayatılan ve özendirilen endüstriyel tarım üretim modelidir. Endüstriyel tarım, dışarıdan tohum almayı zorunlu kılan, yüksek enerji tüketimi gerektiren, kimyasal gübre ve pestisit kullanan, su tüketimini artıran ve makineleri devreye sokan bir üretim tarzıdır. Bu üretim biçimi, toprakları bir karbon yutağından, karbon salınımı yapan bir alana dönüştürmüştür. Ayrıca, meralar ve otlaklar yok edilerek hayvanlar kapalı alanlarda tutulmuş, endüstriyel hayvancılık yaygınlaştırılmış ve bunun sonucunda sera gazı emisyonları artmıştır. Karbon ticareti ile bu sorunların çözüleceğini savunmanın yanıltıcı olur. Sorunu yaratanların sorunu çözmesi mümkün değildir.”
“Tarım ve gıda sisteminin temelden değişmesi gerekiyor”
Erdem, konuya ilişkin şu değerlendirmede bulundu:
“Kuraklık ve su kaynaklarının kısıtlanması, özellikle kurak ya da yarı kurak bölgelerde üretim yapan çiftçileri çok zor durumda bırakıyor. Bu, yeni bir sorun değil. 1950’li yıllarda Türkiye’ye dayatılan endüstriyel tarım modeliyle birlikte pahalı, dışa bağımlı üretim biçimleri benimsendi. Ardından 1980’lerde uygulamaya konulan neoliberal politikalarla devlet tarımdan elini çekti. Bu politikalar küçük çiftçiler aleyhine işledi. Şirketler büyüdü, tarım politikalarını onlar belirlemeye başladı.
İhracata yönelik, daha fazla kâr getirecek ürünler ön plana çıkarıldı. Küçük çiftçiler bu değişime zorla dahil edildi. Ülkenin ürün deseni bozuldu. Daha az su isteyen yerel tohumlar devre dışı bırakıldı. 2006 yılında çıkarılan tohumculuk yasasıyla yerel tohumların üretimi fiilen yasaklandı. Bu tohumlarla üretim yapan çiftçiler desteklemelerden dışlandı, pazarlara erişemez hale geldi.
Kuraklık tehdidi büyüyor. Bugün, Söke Ovası’nda sulu tarım yapılması engellenmeye çalışılıyor. Bu tablo, suyun daha verimli kullanılması gerektiğini değil, mevcut tarım sisteminin tümden değişmesi gerektiğini gösteriyor.
Bu sorunları çözmek için tarım ve gıda sisteminin temelden değişmesi gerekiyor. Küçük çiftçiler desteklenmeli, yerel tohumlar yeniden üretime kazandırılmalı. Su kaynakları toplumsal yarar gözetilerek yönetilmeli. Taslaklara esneklik hükümleri eklenmeli, destekli altyapı yatırımları yapılmalı. Ama bugüne kadar uygulanan politikalarla bu mümkün olmadı. Bu gidişata karşı başka bir iklim yasası ve başka bir tarım modeli mümkün. Biz bunu savunuyoruz.
Sürdürülemez olan, endüstriyel tarımın kendisidir. Tarım, doğanın döngüsüne uygun şekilde yeniden kurgulanmalı; bitkisel üretimle hayvancılığın birlikte yapıldığı, doğa dostu bir model benimsenmeli. Bu doğrultuda, maden, enerji ve inşaat şirketleri eliyle doğal alanların tahrip edilmesine derhal son verilmeli.”
Binlerce yıl boyunca insanlığı doyuran ancak bugün değersizleştirilen geleneksel çiftçilik bilgisinin yeniden hatırlanması gerektiğini belirten Erdem, La Via Campesina’nın “İnsanlığı doyurabilir, yerküreyi soğutabiliriz” sözünü anımsatıyor. Çiftçi-Sen olarak agroekolojinin (ekolojik köylü tarımı) tüm bu sorunları çözme potansiyeline sahip olduğuna dikkat çeken Erdem, “Agroekoloji, yalnızca bir üretim biçimi değil, aynı zamanda politik bir duruştur. Ancak sahte iklim yasalarıyla bu yaklaşımın şirketlerin kontrolüne bırakılması, anlayışın içini boşaltacaktır. Yerel tohumlarla üretim yapan çiftçilere kamu desteği verilmesi, bu üretim tarzının teşvik edilmesi gerçek bir iklim yasasının temelidir. Her halkın kendi kültürüne uygun sağlıklı gıdayı üretme ve kendi gıda sistemini kurma hakkı vardır; bu da ‘gıda egemenliği’ anlamına gelir” vurgusu yaptı.
Su, toprak, ekolojik yapıların korunması anayasal güvenceye kavuşturulmalı
Karbon ayak izi takibi ve sertifikasyon süreçlerinin de üreticilerin iş yükünü artıracağına işaret eden Erdem, bu süreçlerin büyük teknoloji şirketlerine teslim edilerek iklim krizinin ticarileştirileceğinin altını çizerek sözlerine şöyle devam etti:
“İnsanlığı tehdit eden iklim değişikliğini sadece bir ticaret konusu olarak görmek, tehlikeyi büyütmekten başka bir işe yaramaz. Taslak hazırlanırken hiçbir sivil toplum kuruluşunun sürece dahil edilmedi. Bugüne kadar çiftçilerle ilgili kararların hiçbir zaman çiftçilere danışılmadan alındı. Bu ülkemiz için artık şaşırtıcı değil. Çiftçiler ancak seslerini yükselttiklerinde süreçlere dahil olabilir.
Ülkemizde ekolojik yapılar hızla tahrip edilirken, çevre katliamları da yaşanıyor. Küresel boyutta yaşanan iklim değişikliği en çok çiftçileri vuruyor. Son olarak çok geniş alanlarda yaşanan don olayı, iklim değişikliğine karşı ciddi önlemlerin acilen alınması gerektiğini açıkça gösterdi.
Bu tasarıda, iklim krizinin en büyük nedeni olan fosil yakıtların kullanımını sınırlayacak herhangi bir hüküm yer almadığı gibi, ‘karbon yakalama ve depolama’ gibi teknolojilerle fosil yakıt çıkarma ve kullanmanın iklim değişikliğini önleyebileceği düşüncesi yaygınlaştırılıyor. Bu, karbon salınımının devamlılığını sağlıyor. Amaç, iklim değişikliğini durdurmakken, şirketlere kirletmeye devam edebilmeleri için bir yol açılıyor. Sorunu çözmek yerine karbon ticaretine dayalı bir sistemle küresel iklim değişikliğinin durdurulabileceği varsayılıyor. Şirketlere sadece karbon kredisi almaları gerektiği söyleniyor ve kanunu ihlal edenlere çok küçük idari para cezaları öngörülüyor. Bu tasarı, değişen bir durum yaratmayan ve ekolojik yapılar üzerindeki baskıyı azaltmayan sonuçlar doğuracak. Bu da çiftçiler için doğanın yaratacağı iklim olaylarıyla daha fazla karşılaşmak, daha fazla zarar görmek anlamına geliyor.”
Taslakta çevre koruma adına bir değişiklik yapılmadığı, bu tür düzenlemelerin çiftçilerin sorunlarına çözüm üretmeyeceğini savunan Erdem, bazı maddelerin kabul edilmesine rağmen, taslağın tekrar görüşülmek üzere komisyonda olmasının, iklim değişikliğiyle mücadelede etkili bir adım atılmadığını gösterdiğini vurguladı. Mevcut taslaktan vazgeçilip halkın katılımıyla gerçek bir iklim yasasının hazırlanmasının zorunlu olduğunu belirten Erdem, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen Köylü Hakları Deklarasyonu’nun iç hukuka alınması ve suyun, toprağın, ekolojik yapıların korunmasının anayasal güvenceye kavuşturulması gerektiğinin altını çizerek sözlerini tamamladı.
Üreticilerin yaşadığı sorunlar ise görmezden geliniyor
Adana’nın Kozan ilçesinde seracılık yapan yerel üretici Ahmet Şeker, İklim Kanunu taslağıyla ilgili şunları söyledi:
“Bu iklim kanunu taslağında su kısıtlamaları ve karbon sertifikasyonu gibi maddeler dikkatimi çekti. Su kullanımıyla ilgili kısıtlamalar getirilecekmiş ama bu zaten bizim en büyük sıkıntımız. Zaten yeterli su bulmakta zorlanıyoruz, su olduğunda da toprak verimli olmuyor. Şimdi bir de su kısıtlanırsa işimiz daha da zorlaşacak. Karbon çiftçiliği gibi uygulamalar var ama bu sertifikasyon süreçleri küçük çiftçiler için çok pahalı. Devletin sunduğu destekler ise yok denecek kadar az. Karbon ticaretinin yaygınlaştırılmak istenmesi de bizim gibi küçük üreticilere ek yük getirecek. Bu süreci nasıl yöneteceğimizi bilmiyoruz. Açıkçası bu kanun bize değil, büyük şirketlere yarar.”
Adana Seyhan’da yer fıstığı üreticisi Metin Gök, İklim Kanunu taslağının çiftçilerin karşılaştığı temel sorunlara çözüm getirmediğini belirterek şöyle konuştu:
“Bu taslakta eksiklikler çok. Mesela su kısıtlamalarından bahsediliyor ama suyu nasıl daha verimli kullanacağımıza dair bir şey yok. Zaten burada su az, her yıl daha da azalıyor. İklim değişikliği de ürünlerimize zarar veriyor. Ama bu taslakta bizi rahatlatacak bir madde yok. Bizim gibi üreticilerin yaşadığı sorunlar ise görmezden geliniyor. Bir de karbon sertifikası alacağımız söyleniyor ama maliyeti çok yüksek. Her yıl toprak analizi yapmak, tarlada ekstra işlemler yapmak, bunlar bizim için ciddi masraflar demek. Büyük şirketler için belki kolaydır ama küçük üretici için bu işler çok zor. Biz yine unutulmuş oluyoruz. Hem de biz bu taslağın detaylarını ordan burdan TV’lerden öğrendik, kimse bize bir şey söylemedi.”